Ataerkil, erkek egemen, toplumlarda düzenin, değerlerin, kuralların, baskınlığın ve hayat disiplinin içerisinde yoğunlukla erkek elini görürüz. Erkeğin egemenlik kurup, güç göstergesi yapmaya mecbur olduğu günlük hayat pratiklerinde kadınların erkeklere göre daha pasif kaldığını/pasif bırakıldığını gözlemlemek çok da zor değil. Herkes kendi üzerine düşen \"görevi\" yapmakla meşgul olurken, literatürde bu meşguliyet toplumsal cinsiyet ve / veya toplumsal cinsiyet rolleri olarak geçer. Toplumsal cinsiyet, kadın ve erkek olarak kategorilendirilen biyolojik farklılıkların dışında, bireylere toplum tarafından atfedilen yani başka bir deyişle ataerkil toplumların düşünce sistemi tarafından bireylere atfedilen cinsiyet rollerini ifade eder (Çelik, 2016). Buradaki kritik nokta, kadın ve erkeğe toplum tarafından uygun görülen kesin ve belli rollerdir.
Toplum, kadın ve erkeğin cinsiyetlerine özgü şekilde nasıl davranması ve nasıl düşünüp hareket etmesi gerektiğini erken çocukluktan itibaren öğretmeye ve bu şekilde davranmaya zorlar. Hastane odasındaki mavi & pembe renklerle başlayan bu rol dağılımı ve ayırımcılık, kimin nerede ne kadar konuşması gerektiğinden hangi işi seçmesi gerektiğine kadar uzanır. Kadından ve erkekten beklenen rol ve sorumlulukların farklılaşan özellikleri, kadınları özel alanla sınırlandırırken, erkeklerin kamusal alandaki görünürlüğünü ve varlığını pekiştirmektedir (Çelik, 2016).
Ataerkil sistem, şu ana kadar saydığımız özellikleriyle erkek egemenliğini daha ön plana çıkarmakta ve pekiştirilen bu süreçte erkekler, daha güçlü, daha başarılı, daha cesur olma telkinleriyle hem şiddete maruz kalmakta hem de şiddet uygulamaktadır. Diğer yandan, kendi genel inançları ve değerleri çerçevesinde kadın ve erkek için biçimlendirdiği rol kalıplarının eksiksiz yerine getirilmesini bekler. Kız çocuklarından farklı olarak erkek çocukları, eril dünyanın kendilerine tanıdığı avantajlı görünen süreçlerinde büyürler. Bu süreçte erkek çocuk, toplumun kendisine öngördüğü “erkek olmanın” ne anlama geldiğini sürekli anlamaya ve gereklerini yerine getirmeye çalışır. Kız kardeşini korumak görevinden, kız arkadaşını eve bırakmaya, babası evde olmadığında eve sahip çıkma görevinden, etrafındaki kadınların hayatına karışmaya çeşitlenen ve kabul edilemez bu rolün getirilerinin hayatın farklı alanlarında da karışımıza çıkacağını biliyoruz. Türkiye’deki erkeklik varoluşuna ilişkin sünnet, askerlik, iş bulma ve evlilik olarak sınıflandırıldığı bu dönüm noktalarını Bozok (2011), şöyle ifade etmektedir;
“Türkiye’de erkeklerin yaşam döngüsünün başlıca dönüm noktaları, doğumu izleyen süreçte dilin öğrenilmesi, sünnet, ilk cinsel deneyim, zorunlu askerlik hizmeti, para kazanmaya başlamak, evlenmek (ve düğün), baba olmak, yaşlı ve sözü dinlenir bir erkek olmak olarak değerlendirilmektedir.”
Bu durum, erkeğin sürekli kendini kanıtlamaya çalışmasına sebep olur. Kendini kanıtlama çabası üzerinde olan erkek bireyin, dayatılan rollerin içerisinde ne kadar rahat olup olmadığını anlamaya ve sorgulamaya dair bir farkındalığı yoktur çünkü bu sürecin başlangıcı çok erken yaşlara dayanır ve erkek çocuğunun duygularını belli etmemesi, ağlamaması, acı çekmemesi ve her zaman güçlü, mantıklı ve başarılı olması zorlamalarıyla devam eder. Tüm bu sorumlulukları yerine getirmek, bunları yaparken duygularını saklamak ya da yok saymak ve her zaman erkekler dünyasındaki yerini korumaya çalışmak durumundadır. Ama bunları dile getirmek, paylaşmak da onun için uygun değildir. Giderek, suskunlaşmaya ve bu durumun beraberinde de yalnızlaşmaya başlar. Böylece, zaten egemenlik kurma yetkisi kendisine verilmiş olan erkek, bu gücünü sonsuz bir özgüvenle etrafındaki herkese yönlendirebilir. İşte bu noktada şiddet, daha da somutlaşarak yaşamın her alanında onun etkin aracı haline gelir. Zaten şiddet döngüsü içinde var olduklarından dolayı, bu yapı onlar için olağan bir hale gelir ve şiddet, bir tür sorun çözme biçimi hatta iletişim kurma yöntemi halini alır. Bu da, her an şiddet döngüsüne yeni bireylerin dahil olmasına ve şiddetin normalleşmesine giden sorunlu bir süreç halini alır ve bu süreç, hem erkekte hem de kadında onarılması güç yaraların oluşmasına sebep olur. Kendini var edememe sorunu, benlik kaybı hatta can kaybı, bu sürecin en acı sonuçları olarak sayılabilir.
Bu durumda, Türk toplumunda da sürekli yüceltilen erkeklik olgusu ile kadına şiddet arasında bir bağ olduğu düşünülebilir. Çünkü kendisinde her hakkı gören ve ne yapsa hoşgörülebilir olduğunu düşünen eril zihniyet, kadına da istediği gibi davranabileceğini ve her istediğini yaptırabilecek gücü kendisinde bulabileceğini düşünüyor. Kadın bu duruma karşı çıktığı takdirde ise, zaten kendinde egemenlik hakkını gören erkekler, şiddeti de kendilerine bir hak olarak görerek kadına hem fiziksel hem de duygusal anlamda şiddet uyguluyor ve kendi içinde bastırdığı ve dile getiremediği duygularını şiddete başvurarak ve çeşitli bahaneler öne sürerek meşrulaştırmaya çalışıyor. Bu durumda diyebiliriz ki, erkek yaşamının diğer ve farklı alanlarında yitirdiği gücünü şiddete başvurarak geri kazanmaya çalışıyor (Boyacıoğlu, 2016).
Tüm paylaştıklarımıza baktığımızda erkeğin bir kısır döngüde olduğunu gözlemlerken kadının da bu döngüden oldukça negatif bir şekilde etkilendiğini görüyoruz. Yazılanları okurken hepimiz fark etmişizdir, şiddet döngüsü çok çeşitli ve hayatın her alanında ve bu kabul edilebilir değil. Şiddetin var olan sistemin bir parçası olması, böyle bir hayata ve düzene doğuyor olmak, küçüklükten itibaren sisteme dahil edilmekte erkeğin kadına uyguladığı psikolojik, fiziksel, ekonomik veya cinsel herhangi bir şiddet türünü meşrulaştırmıyor.
Bizler, Türk toplumunun vatandaşları olarak ataerkil bir sistemin içerisinde yer aldığımızın eskiye göre çok daha büyük bir oranda farkındayız ve bu toplumun en küçük parçası ama aynı zamanda en temel parçası olan bireyler olarak hepimize bazı görevler düşüyor. Kadınların korunmaya muhtaç bireyler olarak gösterilmesi sonucu korumacı cinsiyetçiliğe (benevolent sexism), korumacı ayrımcılığı kabul etmedikleri ve ataerk’e uymadıklarında düşmanca cinsiyetçiliğe (hostile sexism) maruz kaldığı bu sistemi adım adım birlikte yok edebilir, cinsiyet eşitliğini daha görünür kılıp günlük hayatımızın bir parçası haline getirebiliriz (WHO, 2009). Bu bağlamda anne & babaların, kız ve oğlan çocuklarını ayrıştırmadan, rollere tabi tutmadan, ötekileştirip yahut yüceltmeden, eşitlikçi, diğer insanların haklarına ve hayatına saygılı bireyler olarak yetiştirmeleri çok önemli. Kadınların ataerkin yarattığı bu haksız sistem içerisinde şiddet gördükleri takdirde yalnız olmadıklarını, bunu hak etmediklerini ve o düzenden çıkmaları gerektiğini kendilerine sık sık hatırlatmaları gerekiyor. Erkeklerin ise kimsenin dayatmasına tabi olmak zorunda olmadıklarını hatırlamaları, canın büyüğünün, küçüğünün, erkeğinin, kadınının olmadığı ve hiçbir canlının hor görülmeyi, şiddeti, hakareti hak etmediğini bilmeleri ve uygulamaları gerekmekte. Bu kolektif dayanışma sayesinde toplumumuz yeniden yapılanabilir ve çok daha sağlıklı ve güvenli günler yaratabilir.
Şiddet bir döngü ise, bizler bu döngüden daha bilinçli ve güçlüyüz. El ele verip, bilinçlenerek bu zinciri kırabiliriz!
Emel Erdem & Yeliz Gökçe Akdoğan
Referanslar:
Boyacıoğlu, İ. (2016). Dünden Bugüne Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet ve Ulusal Kadın Çalışmaları: Psikolojik Araştırmalara Davet. Türk Psikoloji Yazıları, 19, 126-145.
Çelik, G. (2016). “Erkekler (de) ağlar!”: Toplumsal cinsiyet rolleri bağlamında erkeklik inşası ve şiddet döngüsü”. Fe Dergi 8,2, 1-12.
WHO. (2009). Promoting gender equality to prevent violence against women.