Toplumsal cinsiyete dayanarak erkek ve kadına biçilen değerler, rol ve kalıplar hiyerarşik olarak erkeğin “daha üst konumda ve daha önde” bulunması anlayışından dolayı ayrıştırıcıdır. Kadın, toplumsal olarak belirlenmiş cinsiyetinden dolayı erkekten farklı ve öteki olarak görülmektedir. Toplumda algılanan kadınlık, erkeklik statülerinin izin verdiği ölçüde erkek egemen kültür tarafından oluşturulmuş bir kurgudur. Bu nedenle toplumda kadın, toplumsal cinsiyet ayrımına hem erkekler ve hem de toplumun geneli tarafından maruz bırakılmaktadır. Kadının toplumsal hayatta karşılaştığı tüm eşitsizlikler, diğer yan faktörleri de içermekle beraber tek bir kökten “toplumsal cinsiyet ayrımından/kadınlık olgusundan” kaynaklanmaktadır (Bingöl, 2014). Türk toplumunda kadınlık kavramına uygun görülen nitelikler eşit, bağımsız, özgür ve özgün bir bireyin özelliklerinden kaynaklı olarak değil direkt cinsiyetiyle ilgili niteliklerdir. Feminenliği temsil ettiği düşünülen kadına, bunun gereği olarak öncelikle eş, anne veya ailenin bir üyesi gibi karşılıklar uygun görülmektedir. Türkiye’de kadın toplumsal cinsiyetinden/kadınlığından dolayı öncelikle ev için uygun görülmektedir. Kadın, mesleği ne olursa olsun aynı zamanda vazgeçilmez bir ev işçisi olarak düşünülmektedir. Çalışıyor olsa da çalışmıyor olsa da evle ilgili ya da çocuk bakımıyla ilgili sorumluluklar sadece kadına aitmiş gibi düşünülmektedir. Erkeğin bu gibi sorumluluklardan muaf, en azından sorumluluklarının kadınla karşılaştırıldığında yok denecek kadar hafif olduğu görülmektedir. Fakat hem aile hem de toplumsal yaşam açısından bakıldığı zaman hem kadının hem de erkeğin aynı eşitlikte olması gerekir. Kadının yeri evi değildir. Kadının emeği görmezden gelinmemelidir. Diğer yandan, okuma yazma veya bir eğitim kurumundan mezun olma gibi temel göstergeler ya da akademik kadro oranları göz önüne alındığında, eğitimde kadının erkekten sonra geldiği tablolar görülmektedir (Bingöl, 2014). Kadının siyaset alanındaki varlığı ise erkekle arasındaki büyük uçurumu yansıtmaktadır. Türkiye’de kadınlık, siyasi işlerle ilgilenmek için bir dezavantaj gibi algılanmaktadır (Bingöl, 2014). Özellikle profesyonel, aktif ve resmi siyasette kadın zorluk çekmektedir. 

Toplumda yaşayan her bir bireyin herhangi bir sınırlamaya, önyargıya ya da ayrımcılığa maruz kalmadan toplumsal yaşamın her alanına eşit biçimde katılabilmeleri demokratik dediğimiz toplumların temel ilkelerindendir (İçli, 2017). Bu anlayışı temel alarak, Birleşmiş Milletler öncülüğünde 1970’ler sonunda yürürlüğe konulan toplumsal cinsiyete dayalı eşitlik anlayışını esas alan, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) birçok ülkede kabul edilmiştir. Sözleşmede kadınlara karşı ayrımcılığın ne olduğu uluslararası yasa düzeyinde tanımlanmış, yani bu alandaki uluslararası standartlar belirlenmiştir. Kadınların, erkeklerle eşit biçimde insan hakları ve temel özgürlüklerden yararlanmalarını engelleyen ya da engellemeyi hedefleyen ve cinsiyetleri sebebiyle yapılan her türlü ayrımcılık, mahrumiyet ve kısıtlama bireylerin insan haklarının ihlali olarak tanımlanmıştır. Sözleşme gereğince, söz konusu eşitliğin sağlanması ve kadınlara yönelik ayrımcılık içeren uygulamaların ortadan kaldırılması için taraf devletlerin gecikmeden ve gerektiğinde geçici özel önlemler alarak dönüştürücü ve iyileştirici politikalar oluşturması ve uygulaması gerekmektedir. Sözleşmenin birçok ülke tarafından kabul edilmesi, feminist hareket açısından bir başarı olarak değerlendirilse de uygulamalara bakıldığında ayrımcı gelenek ve kalıplaşmış toplumsal cinsiyet rolleri gibi kültürel faktörlerin ve ataerkin etkisiyle kadınların haklarını kısıtlayan etkenler olarak hala çoğu yerde devam etmektedir. Birçok ülkede kadınların karşılaştıkları ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel sorunlar, ataerkilliğin yanı sıra kapitalizmin kısıtlamalarıyla da karşı karşıya oldukları görülmektedir (İçli, 2017). 

Kadınlar neredeyse her ülkede farklı düzeylerde sınırlamalarla karşılaşmaktadır. Kadınların insan hakları, kadın erkek eşitliği bağlamında uluslararası yasalar, siyaseten kabul görmüş politikalar, denetleme ve hesap verme mekanizmaları ulusal düzeylerde kadın örgütlerini güçlendirirken, devleti de ayrımcılığı önleme konusunda sorumlu kılmaktadır (İçli, 2017). Türkiye’de cinsiyet bağlamındaki eşitlikçi politikaların uygulanması konusunda bazı ilerlemeler kaydedilmiştir fakat yetersiz kaldığı durumlar da açıkça görülmektedir. Ülkemizde kadın örgütlenmelerinin yaygınlaşması, cinsiyet eşitsizliği alanında araştırma yapan kadın araştırmaları merkezlerinin kurulması, siyasal ve toplumsal gündemde cinsiyet eşitliği temasına yer açılmış olması gerçekleşen olumlu adımlardır (İçli, 2017). Diğer taraftan eğitim, istihdam, sağlık, insan hakları, şiddet, yoksulluk, medya, kararlara katılım başlıkları altında kadınların koşullarını iyileştirmeye yönelik yapılan yasal düzenlemelerdeki değişikliklerden söz edilebilir. Ancak bu değişiklikler genel ifadelerin ötesine geçmediği için kadınlar için somut koşullardaki düzelmeye hizmet etmediği söylenebilir, bu sebeple gelişme sağlanamamaktadır. Örneğin; Türk Kadınlar Birliği’ne göre, İstanbul Sözleşmesi’nin temel amacı, kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak; kadına yönelik her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirme yolu da dahil olmak üzere kadınlarla erkekler arasında maddi (fiili) eşitliği sağlamak; ev içi şiddetin tüm mağdurlarının ve kadına yönelik şiddet mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı çerçeve, politika ve önlemler geliştirmek; kadına yönelik şiddeti ve ev içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak; kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin birbiriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamaktır. Fakat şu anda bu sözleşme uygulanmadığı için ne yazık ki şiddette, cinayette, her türlü tacizde ciddi bir artış söz konusudur. Sözleşmenin uygulanmamasını fırsat olarak gören  bireyler, kadınlar üzerinde baskı kurabileceklerini ve şiddetin her türünü kendileri için meşru olarak görmektedirler. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu verilerine göre, sadece kasım ayında 25 kadının yaşam hakkı elinden alınmıştır. İşte bu noktada İstanbul Sözleşmesi’nin önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Yasaların yürürlüğe girmesi ve doğru şekilde uygulanması kadınların en temel hakları olan yaşama haklarının ellerinden alınmasının önüne geçecektir. 

Sonuç olarak, toplum tarafından algılanan ve kalıp yargılar içerisine sığdırılmaya çalışılan kadınlık algısı yıkılmaya çalışılmaktadır. Türkiye’de, televizyon ekranlarından kendilerine kız çocuklarının eğitimi için hala rica edilen, onları erken evlendirmemeleri ve hatta öldürmemeleri için mücadele verilen ailelerin kadınları olmak zordur (Bingöl, 2014). Görünürde fırsat eşitliğine sahip olan kadın, düşüncedeki algılar yüzünden hala kabul görememektedir. Çağdaş dünyada ve Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ve zihinlerdeki kadınlık olgusu denen ötekileştirmenin yok olması ancak zihniyetin değişimiyle ve farkındalıkla mümkün olabilir.  

 

#istanbulsözleşmesiyaşatır

 

 

Referanslar

Bingöl, O. (2014). Toplumsal Cinsiyet Olgusu ve Türkiye’de Kadınlık. KMÜ Sosyal ve Ekonomı̇k Araştırmalar Dergı̇si 16 (Özel Sayı I): 108-114. 

http://www.turkkadinlarbirligi.org/tr/kurumsal/5/%C4%B0stanbul+S%C3%B6zle%C5%9Fmesi 

http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/ 

İçli, G. (2017). Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Politikaları ve Küreselleşme. Pamukkale University Journal of Social Sciences Institute, 30, 133-143. doi: 10.5505/pausbed.2018.91886.