Aslında başlık üzerinde baya düşündüm akla ilk gelen nedense “Tabutta Rövaşata” filmi oldu. Hani tabutta rövaşata atmanın imkansızlığı üzerine ironik bir çağrışımı olduğu için biraz pandemi süreci ile bağlantılandırmak istedim. Akademik bir kimlik yanında bir sosyal hizmet uzmanı olarak pandemi süreci, kendi içinde yarattığı özel durumlar üzerinden kafa yorduğum ve üzerinde düşündüğüm bir konu. Sosyal hizmet bir sorunu çoklu bir bakış açısı ile birey, aile, grup, toplum gibi düzeylerde ele aldığı için haliyle ben de soruna böyle çoklu pencereden bakıyorum. Gerçekten de baktığımızda şu an dünya üzerinde yaşayan insanların tümünün aynı anda ortaklaştığı ölümden sonraki en ortak kader olması açısından çok önemli bir noktaya geldi Korona salgını. 

Korona isimli artık şekli hepimizin zihnine kazınmış olan o virüsün yol açtığı bu durum bireysel bağlamı da olan toplumsal hatta evrensel bir sorun olarak karşımızda duruyor. Dolayısıyla Korona kaynaklı kimi zaman tam kimi zaman kısmi zorunlu/gönüllü olarak katlandığımız karantina günlerinde bireyin ev içerisindeki yalnızlığı aslında tek başına yaşadığı bir yalnızlık değil tüm dünyanın paylaştığı ortak bir kedere dönüştü. Tüm dünyanın yaşadığı bu yalnızlık ve yalıtılmışlık hali aslında bir ortak yaşam kurgusu oluşturmamızı da sağladı. Diğer yandan garip bir şekilde hali hazırda yaşadığımız bu süreç sona erdiğinde aslında tüm dünyadaki insanlar olarak ortak bir geçmiş de yaratmış olacağız. Bu açıdan bakıldığında evet uzun süreler evde gönüllü veya zorunlu olarak bir tam veya kısmi karantina süreci yaşadık çoğumuz hala yaşamaya devam ediyor, bir kısmımız hastalığa yakalandı iyileşti veya iyileşmeye çalışıyor, kimimiz kayıplar yaşadık ve sonuç olarak epeyce yorulduk. Evde olmak belki çoğumuz için ilk birkaç hafta gayet keyifli idi ama süreç uzadıkça bazı zorlukları da beraberinde getirdi. 

Neydi bunlar belki ilk aklımıza gelen sosyal yaşamdan uzaklaşmak, günlük rutinlerinizi yapamamak, mesela işe gidememek, okula gidememek, arkadaşlarımızı, ailemizi görememek… Aslında baktığınızda bu çok basitçe eriştiğimiz şeylerin hayatımızda çok kıymetli şeyler olduğunu fark ettik. Bunlara erişememek çoğumuzda ciddi anlamda bir stres yarattı. Her ne kadar rutinden sıkılmış olduğumuzu defalarca vurgulamış olsak da geçmişte aslında şunu fark ettik ki bu rutinler bizi biz yapan şey yani tam olarak hayatımız. Mesela her sabah ekmek aldığınız fırın, poğaça, simit aldığınız simitçi, otobüse binmek için durakta sıra beklediğiniz insanlar, iş yerinde hiç sevmediğiniz ama her gün görüp selam verdiğimiz o insanlar bile aslında hayatımızın birer parçası ve biz bu erişilebilir normal hayatımızı özledik ve işin belki de en güzel yanı bu konuda evrensel düzeyde hiç yalnız kalmadık her ne kadar kimi zaman evde yalnız olsak da. 

Evet uzunca bir süre evde kaldık, fazlaca içimize kapandık, kendimize epey kulak verip iç sesimizi bolca dinledik, evde yapmayı planladığımız çoğu şey yaptık. Ertelenen şeyler neydi en azından sosyal medya paylaşımlarına bakıldığında filmler, diziler izlendi, okunmayan kitaplar okundu, yarım kalan bazı işler bitirilmeye çalışıldı ama bir süre sonra bunları başka insanlarla ve aynı evde birlikte yaşamadığımız yakınlarımızla paylaşmadığımızda çok bir anlam ifade etmediğini fark ettik. Belki de yaptıklarımızı paylaşma ihtiyacımız da giderek arttı. 

İnternete erişimimiz varsa ki hala bu ülkede bu imkana sahip olmayan milyonlarca insan ve hane var, evde oturup online bir şekilde arkadaşlarınızla, ailenizle, sevdiklerinizle görüşmeye başladınız, fikirlerinizi paylaştınız, onları dinlediniz, farklı konularda görüşlerini aldınız, sosyal medyadan meydan okumalarla, etiketlerle yine iletişim halinde oldunuz, telefondan zaten görüşüyorsunuz ama görüntülü bir şekilde de görüşerek bir miktar o sosyalleşme ihtiyacınızı gidermeye çalıştınız. 

Bu yapılanlar sosyal ilişki açlığını biraz giderse de tümüyle ortadan kaldırmadı aslında bir çeşit sosyal ilişki açlığı diye tabir edeceğimiz bu süreç bireylerde ciddi stres yarattı. Ulusal kanallarda ve sosyal medyada paylaşılan haberlere de yansıdığı şekilde şiddet vakalarında çok ciddi bir artışın olduğunu, yine bu süreçte pek çok çiftin avukatları aracılığıyla boşanma davaları açtığını, bireysel şikayetlerin de arttığını gördük. Bu süreçte bu tür sorunların artması kaçınılmazdı aslında, hali hazırda süregelen ev içi şiddetin daha sistematik hale gelmesi bu süreçte çok daha kolaylaştı, şiddet mağduru yüzbinlerce kadının sesi daha da kısılmış oldu, bu süreçte pek çok sivil toplum kuruluşu özellikle sosyal medyadan hangi durumlarda nereden nasıl destek alınabileceğini paylaştı, bu paylaşımlar viral bir halde çok ciddi bir şekilde tekrar paylaşım yoluyla paylaşılarak bir kamuoyu yaratılmasını sağladı. Ama yine de toplumdaki tüm incinebilir grupların internet erişiminin olmadığını, bazısının internet erişimi olsa da aldığı veya alamadığı eğitimin bunlara ulaşmasına engel olduğunu da biliyoruz. Bu yönlü çalışmalara erişimin kısıtlı olduğu fikrini çoğumuz bilsek de bu tür bireylerin haklarını savunmaları ve ihtiyaç duydukları kaynaklara erişimlerini tam olarak sağlayamadık. Bu süreçte aslında en büyük görev yine toplumla çalışan sosyal hizmet uzmanı ve psikologlara düştü. Pandemi sürecinde dahi sosyal incelemelere ara vermeden devam eden binlerce meslek elemanı hali hazırda çok ciddi bir iş yükünün de üstesinden gelmeye gayret ediyor. 

Pandemi dönemindeki bu şiddet döngüsünü ortadan kaldırma adına yapılanlar bu şekilde iken bu süreç çok normal ve insani ilişkiler kurabilen aileler ve çiftlerde de sorunlara neden oldu. Aynı ev içinde haftalarca birlikte kalmak zorunda kalan insanlar birbirlerine bireysel alanlar yaratmadıkları için ciddi stres altına girdiler. 

Çatışmaların tek taraflı veya karşılıklı bir etki ile gelişmesi mümkündür. Bu süreçte insanlar birbirlerinin yaşam alanlarına girdikçe ve yaşam alanlarını paylaştıkça bireysel bir yaşam sınırı süreç içinde ortadan kalktıkça ciddi anlamda stres yaşamaya ve yaşadıkları stresi birbirlerine yansıtmaya başladılar. Bu süreçte bireylerin kendilerini iyi hissetmediği ya da sinirlenip gerildiği bir anda en temel baş etme yöntemlerinden biri olan zaman tanımayı kullanamamaları ya da bulunulan ortamdan bir an olsun ayrılıp evden çıkıp bir hava alıp gelememe durumu aslında var olan stres durumunu birey için daha zorlu bir hale getirdi. Hal böyle olunca aynı ev içerisinde gideceğiniz en uzak yer ya başka bir oda ya da şartları uygunsa evin balkonu oldu. Evin balkonunda veya başka bir odasında içinde bulunulan stres durumunu bireyin alışılageldik biçimde telefonla bir başkası ile paylaşması da oldukça zor bir hale geldi çünkü paylaşımların evde yaşayan diğer birey ya da bireyler tarafından duyulma ihtimali söz konusu oldu. Tüm bunlar aslında bireyin tüm bildiği duygusal paylaşım ve aktarım kalıplarını ciddi anlamda zorladı. Çok ani bir şekilde ortaya çıkan bu duruma hemen adapte olabilmek çoğunlukta tam anlamıyla mümkün olmadı. 

Bunu yaz ayları ile başlayan kısmi rahatlama ile birlikte biraz biraz aşmaya başladık. Çoğumuz işe gidip gelmeye başladı, çevremizdeki insanları daha sık görünce sınırlı da olsa sosyal mesafeli diyaloglar kurmaya başlayınca biraz daha rahatladık. Bizleri en tedirgin eden şey hastalanmak, bu hastalığı bir başkasına bulaştırmak ve bizim yüzümüzden hastalanan birinin yaşamını kaybetmesi olasılığı oldu. Özellikle yakınlarında kovid pozitif olan bireyler hastalığın seyir durumunu gördükçe daha da korku panik havasına girdi. Bazısı daha kabullenici iken bazı insanlar durumu direk reddederek sanki pandemi hiç yokmuş gibi davranmaya başladı. 

Bu tezatlık özellikle yaz tatili sürecinde sosyal medya hesapları üzerinden çok net bir şekilde hemen hepimize yansıdı. Kimimiz anlık bir kararla kısa tatiller yapsak da kimimiz evde kısmı karantina altında kalarak uzaktan tatile gidenleri kınadık. Son süreçte yine bir miktar vaka artışı ile gündemdeki yerini koruyan bir sorunla bir süre daha mücadele edeceğimiz kesin gibi duruyor. 

Dr. Özgür Altındağ