Rüzgardan mamuldür hayat geçip gider.

Lakin fırtınanın dinmesini beklemek değildir yaşamak.

Yağmurda dans etmek kırılan bir bileğin üstünde seksek oynayabilmektir.

Yani ki yaşamak ciddi hadisedir

Başlayan her şey bitmekle kaimdir.

En uzun en çaresiz geceni düşün sabah olmadı mı?

Ey adem! yazgının sisifos'tan ayrı olduğunu kim söyledi sana?

Hani şu ömrü boyunca bir kayayı dik bir dağın doruğuna yuvarlamaya mahkum edilen bahtsız.

Ne zaman doruğa ulaşsa kaya elinden kaçar ve sisifos her şeye yeniden başlamak zorunda kalır

Yolu yok!Bulup buluşturacak gerekirse borç harç denkleyeceksin. Umut edeceksin.

Çünkü güneş yalnızca umut edebilme kabiliyetini olan insanların yüzü suyu hürmetine doğar.

Karamsar olmaya hakkın yok, iyi olacağız iyi...

Çalıkuşu

 

         Psikoloji litaratüründe bugüne dek sayısız kavramla karşılaşmışızdır. Özşefkat, savunma mekanizmaları, psikoseksüel gelişim evreleri, güvenli - güvensiz bağlanma teorileri,  mindfulness vb. gibi... Her biri kendi ekseninde çok kıymetli teoriler ve kavramlar. Fakat hiç biri insan ihtiyacını tek başına karşılamaya veya tanımlamaya yeterli değildir. Aslında bu zenginliktir bizi insan eden; duygularımızın, düşüncelerimizin ve yaşadıklarımızın çeşitliliği. Bu yazımızda ise Psikolojik Sağlamlık (Resilience)‘tan bahsedeceğiz.

         Bir önceki yazıda parantez açtığımız “karşılaştığımız zorlukları, acıları ve problemleri neden yaşıyoruz” sorusunu hayatımızın bir yerinde mutlaka aklımızdan geçirmişizdir. Peki böyle zorluklarla yüzleştiğimiz zamanlarda burada durup bir anlam aramalı mıyız, yoksa küsüp arkamızı mı dönmeliyiz?  İkisi de bir seçenek pek tabii. 

         Fakat 1942 yılından 1945 yılına kadar, ailesini kaybettiği Nazi toplama kamplarında hayatta kalan ve \"Psikoterapinin Üçüncü Viyana Okulu\" olarak da bilinen logoterapinin kurucusu olan Victor Frankl diyor ki;

“Bütün bu acıların, çevremizdeki bunca ölümün bir anlamı var mı? Çünkü eğer yoksa hayatta kalmanın kesinlikle hiçbir anlamı yok! Çünkü anlamı böyle bir rastlantıya bağlı olan yaşam, nihai anlamda yaşanmaya değmez”  

         Sahi, daha önce de dediğimiz gibi, nedir bu “Hayat Kokusu”? Bize değip geçenler mi, delip geçenler mi, başımızın üstünde taşıdıklarımız mı ayağımızın altında ezdiklerimiz mi, nedir bu omzumuzdaki yükler? Nedir bu kalbimizdeki ağırlık? Nedir bu gözlerimizi ağır ağır ağır kapattırıp bize derin bir iç çektiren? Ne yapıyor bize bu canımızı dağlayan acılar, bu ateş bizi neden yakıyor? 

         Tam da bu noktada litaratürde Psikolojik Sağlamlık / Resilience diye geçen bir kavramla karşılaşıyoruz. Psikolojik sağlamlık; kişinin risk faktorlerine karşın pozitif sonuçlara varabilme becerisi, değişime ayak uydurabilme esnekliği, kendi kendine zor zamanlarda daha hızlı toparlanabilme ve iyileşebilme ya da gerekli durumlarda yardım isteyebilme yetisi olarak tanımlanabilir.

         1970’lerde psikolojik sağlamlık kavramı bir kişilik özelliği olduğu varsayılmıştır. Bir takım zorluklar ve risklerle sağlıklı şekilde başa çıkabilen ve normal gelişimini devam ettirebilen çocuklara “zarar görmez/sağlam” çocuklar olarak adlandırılmıştır. Fakat sonraki araştırmalar, psikolojik sağlamlığın kişisel veya kalıtsal bir özellikten çok birey ile çevresi arasında gelişen ilişki ve etkileşim sayesinde oluştuğu kanısına varılmıştır (F. Betül ERGÜN, Haziran 2020).

         Öncelikle bu zorlukları alnımızın tam çatına yerleştirip sadece yaşadığımız bu sıkıntılara odaklanmış ve önümüzü göremeden mi yürüyoruz, yoksa onları kolumuzun altına alıp mı ilerliyoruz; bunun farkına varmak güzel bir başlangıç olabilir. 

         Hepimizin hayatında anlattığı veya anlatamadığı, bilincinde olduğu veya inkar ettiği üstesinden gelebildiği veya bir süre altında ezildiği binbir çeşit derdi, kederi vardır. Fakat bazılarımız bir olay karşısında travmatize olurken bazılarımız aynı olayı daha hızlı ve kolay atlatabiliyor. Peki bu nasıl oluyor?

         Hayat akışı içinde bir çok yerden darbe alıyoruz, alacağız. İstenmeyen durumlar, hissetmek istemediğimiz duygular, düşünmekten kaçındığımız düşünceler, travmalar, acılar vs. Bunlarla yaşamaya devam edebilmenin tek bir yolu var, giderek esnekleşme. Bu darbelerden kaçış yok, darbelerle ne yapacağımız ise bizim hayatlarımızı oluşturan şey.

         Acı insan yaşamının kaçınılmazıdır. İnsanları terapiye getiren şey de acılardır. Acı insana artık orada olmayan, yitirdiğimiz bir şeyin anlamını verir. Yitirmek bizim sadece insan olduğumuzu gösterir. Fakat orada bizim için var olan anlamı kaybetmek en insani özelliğimizi kaybetmek olur. 

         Daha az yargı, daha az protesto; daha fazla kabul, daha fazla şefkat. Kabul boyun eğmek demek değildir. Kabul etmek, olanı olmasını istediğimiz gibi görmekten vazgeçip olduğu gibi görebilmektir. Kabul değişimin ilk adımıdır. (Mehmet Zihni Sungur, 2020)

         Bu satırları yazarken henüz çok gencim, fakat eğer bu yaşıma kadar bu hayata dair bir şey öğrendiysem o da; hiç sabahı olmayacakmış gibi geçen her gecenin mutlaka aydınlığa uyandığı, ucunda bir ışık göremeyeceğimi düşünerek yürümekten yüksündüğüm tünellerin sonunda güneşe kavuştuğu, bitmeyecek sandığım o en zor anların bile eninde sonunda bittiğidir. Yani ki; geçmeyecek sandığımız her acı eğer geçmesine izin verirsek geçiyor. Bitmeyecek sandığımız o zor günler bir gün bitiyor. Doğmayacak sandığımız o güneş elbet doğuyor. Sezen’in bir parçasında dediği gibii “sen de bilirsin hiçbir acı sozsuza dek sürmez”. Hiçbir acı hakikaten sonsuza dek sürmüyor. Bana göre, beynimizin bunu anladığı ve buna inandığı noktada psikolojik sağlamlığımız da gelişmeye başlıyor. 

         “Bir de bize sor nasıl geçiyor” dediğinizi duyar gibiyim... Elbette gönül ister ki teğet geçsin. Fakat bazen delip geçmesine de izin vermek gerekiyor. Çünkü bazen acı duymaktan öylesine korkuyoruz ki; bu korku bize acının kendisinden daha çok acı veriyor. Bizi daha fazla zarara uğratıyor.  

         Cem Mumcu'nun da dedigi gibi; \"Oysa kaçmanın kendisiydi asıl korkunuz. Biraz canınızın yanmasına izin verirseniz, canınızın yanması geçecek. Sizi kendinizin şifalı ellerine doğru çağırıyorum.\"

         Duygularımız onları reddettikçe veya görmezden geldikçe bedenimizde bir hortlak gibi beliriverirler. Acı-tatlı hangi duygumuzu yok sayarsak, o bize varlığını göstermenin bir yolunu mutlaka bulacaktır. İyisi mi biz duygularımızı olduğu gibi kabul edelim. Hissedilmesi gereken duygular hissedilip bitince, biz de yaşadığımızı idrak etmiş oluruz belki...

         Çünkü hayatta olmak böyle bir şey, yoksa yaşadığımızı nasıl anlardık? V. Frankl İnsanın Anlam Arayışı kitabında şöyle bahseder; “Dostoyevski bir keresinde şöyle demişti: Beni korkutan tek bir şey var: Acılarıma değmemek.''  Sezen Aksu ise bir şarkısında sanki yaşamaktan kaçınanlara ithafen: “Onların kendi hikayeleri yok. Onlar sadece seyirci dünyada. Aşksız, yaşsız, hasarsız bir diyarda” der. 

         Siz hangisini benimsersiniz bilmiyorum ama, ben biraz yorsa da bazen yıldırsa da hayata karşı direnmek yerine hasar almayı da göze alıp acı tatlı tüm deneyimleriyle “yaşamayı” seçiyorum. Ne getirir bana bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da hepsinin bir anlamı olduğu.

         Son olarak; hiçbir acı sonsuza dek sürmediği gibi, hiçbir mutluluğumuz da sonsuza dek sürmüyor. Öyleyse Psikolojik Sağlamlığımız ile zor günlerin bir gün mutlaka biteceğine inanarak, o zorluklarla yaşayabilme becerimizi artırırken; aynı zamanda güzel günlerin de bir gün geçip gidebileceğini göz önünde bulundurarak yaşanılan güzel anların tadına daha iyi varabilme yetimizin de gelişmesi ümidiyle...

 

Kaynakça:

Victor E. Frankl,  İnsanın Anlam Arayışı, 1946.

Sungur MZ, Herbert C (2011) Travmayı ve Deprem Travması sonrası Ortaya Çıkan Psikolojik Tepkileri Anlamak, Rekmay Yayıncılık, İstanbul

\"ÖZET TIP FAKÜLTESİ ÖĞRENCİLERİNİN PSİKOLOJİK SAĞLAMLIKLARI İLE MİZAH TARZLARI VE MUTLULUK DÜZEYİ ARASINDAKİ İLİŞKİNİN İNCELENMESİ\" Mustafa AÇIKGÖZ Yüksek Lisans Tezi, Eylül 2016.

Resilience: Promoting Well-Being Through Recovery, Sustainability, and Growth

Alex J. Zautra a , Anne Arewasikporn a & Mary C. 25 Aug 2010.

Resilience and adaptation to stress in later life: Empirical perspectives and conceptual implications

Anthony D. Ong Ph.D. & C. S. Bergeman Ph.D. ,September 2004