Her bilim dalında olduğu gibi, psikoloji biliminin tarihinde de erkek bilim insanlarının çoğunlukta olduğunu görmekteyiz. Bu durumun sebebi ne yazık ki kadınların çalışmalarının, akademik camialarca dikkate alınmaya değer görülmemesidir. Örneğin, 1900’lü yılların başlarında bile, Harvard ve Columbia Üniversiteleri’nde kadınlara yüksek lisans ve doktora dereceleri verilmemekteydi. Bunun sebebi, erkeklerin doğal entelektüel üstünlüklerinin olduğuna inanılmasıydı. Kadınlara, erkeklerle aynı eğitim fırsatları verilse dahi doğuştan gelen entelektüel eksikliklerinden dolayı her zaman eksik kalacakları düşüncesiydi. Erkek üstünlüğü efsanesinin büyük bir kısmı Charles Darwin’in erkeklerin değişkenliği teorisinden çıkmaktadır. Türler arası yaptığı çalışmalardaki çıkarımlarında, kadın beyninin, erkek beynine göre daha az evrim geçirdiğini düşünmekteydi. Erkekler daha değişken olduklarından dolayı, daha farklı ve uyarıcı ortamlara uyum sağlayarak, çevreden aldıkları yararı da arttırabileceği düşüncesi hakimdi. (Rossiter, 1982; Shields, 1982; Schultz & Schultz, 2011, s. 141). Kadınlar, çevrenin taleplerine başarı ile uyum sağlamak için gerekli olan zihinsel ve bedensel fonksiyonlarından dolayı erkeklerden daha aşağı görüldü. Bir başka teoride ise, yüksek eğitim gören kadınların fiziksel, duygusal ve hatta doğurganlık özelliklerinin zarar gördüğü inancı yer almaktaydı. (Schultz & Schultz, 2011, s. 143). 

Helen Bradford Thompson Woolley ve Leta Stetter Hollingworth isimli iki kadın psikolog, cinsiyetlerin işlevsel eşitsizliği kavramına karşı çıkmışlardır. İşlevsel psikolojinin deneysel tekniklerini kullanarak Darwin ve diğerlerinin, kadınlar hakkında yanıldıklarını, yaptıkları çalışmalar ile başarıyla ortaya koymuşlardır.

Wellesley Koleji’nde ilk psikoloji laboratuvarını kuran ve sonrasında Amerikan Psikoloji Birliği’nin (APA) ilk kadın başkanı olan Mary Whiton Calkins’in Harvard Üniversitesine resmen kaydı hiçbir zaman yapılmadı hatta ‘’Harvard’da şimdiye kadar görülen en parlak doktora sınavı’’ olarak değerlendirilmesine rağmen, cinsiyetinden dolayı, doktora derecesi ölümünden sonra bile verilmedi. (Schultz & Schultz, 2011, s. 140). Aynı şekilde, psikolojiye önemli katkıları bulunan Margaret Floy Washburn de cinsiyetinden dolayı ayrımcılığa maruz kalmış ve bir kadın olduğu için Columbia Üniversitesine kaydı yapılmamıştı. Daha sonra Amerikan Psikoloji Birliği’nin başkanlığını da yapmış olan Washburn, yapılan tüm kısıtlamalara ve haksızlıklara rağmen, psikoloji alanında doktora derecesine sahip olan ilk kadın olmuştur. 

Bir başka örnekte ise, deneysel psikolojinin öncülerinden olan Titchener’ın toplantılarındaki birincil kuralı, ‘’hiçbir kadının orada bulunmaması’’ üzerineydi. Bu toplantılarda, müzakereler sigara dumanı altında yapılırdı ve Deneyciler gurubu, kadınların bulunmaması gerektiğine gerekçe olarak şunu gösterirlerdi: ‘’Kadınlar sigara içmek için çok temiz.’’ (Boring, 1967, s. 315; Schultz & Schultz, 2011, s. 91). Birkaç kadın öğrenci bu toplantılara katılmak istediklerini belirtmiş ama reddedilmişlerdi. Bu durum karşısında kadın öğrenciler, toplantıya gizlice katılmış ve müzakereyi odadaki bir masanın altına saklanarak dinlemek zorunda kalmışlardı. (Boring, 1967, s. 322; Schultz & Schultz, 2011, s. 90). 

Renk vizyonu üzerine çalışmalarda bulunan, Christine Ladd-Franklin, bütün şartları tamamlamasına rağmen, kadın olduğu gerekçisi ile John Hopkins Üniversitesi’nden doktora derecesi alamamıştır. Ayrıca, Deneysel toplantı grubuna katılma talebi de reddedilince Franklin şunları yazmıştır: ‘’Bu zamanda kadınların deneysel psikologların toplantısına katılmaktan menedilmesi beni hayretler içerisinde bırakıyor. Son derece eski kafalı bir yaklaşım bu!’’ (Furumuto, 1987, s. 107; Schultz & Schultz, 2011, s. 91).  Toplantılara katılma amacı ile protesto gösterilerinde bulunan Christine Ladd-Franklin, yıllarca bu çabasından vazgeçmemiş ve deneycilerin bu düşünce tarzlarını ahlak ve bilim dışı olarak ilan etmiştir.

Yaşadıkları zamanın sosyo-kültürel şartlarındaki zorluklara rağmen, onların isimlerinden söz edebiliyorsak bu durum, onların akademik çalışmalarının yanı sıra arkasında durdukları, vazgeçmedikleri değerleri ve kendilerine olan güvenlerindendir. 8 Mart gününde, psikolojiye katkı sağlamış kadınların hayatlarına değinerek onların anmak da bizler için bu noktada önem teşkil etmektedir. 

Her alanda olduğu gibi, psikoloji alanında da kadınlar, eğitim ve iş alanında belirli kısıtlamalar ve zorluklar yaşamışlardır. Günümüzde gelinen noktada ise, psikoloji alanında doktora derecesi alanların yarısından fazlası, yüksek lisans öğrencilerinin üçte ikisi ve lisans öğrencilerinin dörtte üçü kadındır. (Martin, 2002; Schultz & Schultz, 2011, s. 144).  

Ayrıca şunu da düşünmeden edemiyor insan: Geçmişten bu yana, kadın bilim insanlarına gereken değer verilmiş olsaydı, bilimsel çalışmaları dikkate alınsaydı, onlara daha fazla söz hakkı tanınsaydı bilimin geldiği nokta belki de şimdikinden çok daha farklı olurdu. Hatta yalnızca bilim değil, tüm dünya seyri şimdikinden çok daha farklı olabilirdi... Tüm Kadınların, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Kutlu Olsun! 

 

Kaynaklar:

 Boring, E. G. (1967). Titchener’s experimentalists. Journal of the History of the Behavioral Sciences, 3, 315–325.

Furumoto, L. (1987). On the margins: Women and the professionalization of psychology in the United States, 1890–1940. In M. G. Ash & W. R. Woodward (Eds.), Psychology in twentieth- century thought and society (pp. 93–113). Cambridge, England: Cambridge University Press.

Martin, J. (2002). The education of John Dewey: A biography. New York: Columbia University Press. 

Rossiter, M. W. (1982). Women scientists in America: Struggles and strategies to 1940. Baltimore: Johns Hopkins University Press.

Schultz, D. P., & Schultz, S. E. (2011). A History of Modern Psychology. (10th ed.). Cengage Learning.

Shields, S. (1982). The variability hypothesis: The history of a biological model of sex differences in intelligence. Journal of Women in Culture and Society, 7, 769-797.