Karen Danielsen, Almanya’nın Hamburg şehrinde bir gemi kaptanının ikinci eşinden dünyaya gelmiştir. Küçük yaşlarından itibaren, erkeklerin dünyasında asi bir kadın olmaktan kaynaklanan haksızlıklar yaşamış ve dışlanmıştır. Babası katı ve otoriter bir adamdı; erkeklerin üstünlüğünü kanıtlamak için İncil’den bölümler okuyup Karen’e vaaz verirdi. Karen’ın ağabeyi Berndt’e, üniversiteye gitmesi ve hukuk okuması için imkân sağlanmıştı. Ancak babası, bir kadın için bunların gereksiz olduğunu düşünüyordu. Karen bu adaletsizliğe, ilkokulda kendi kendine sınıfın hep en iyisi olacağına yemin ederek karşı çıktı ve 12 yaşında, bir gün mutlaka tıp okuyacağına söz verdi.
Karen’ın annesi, babasını ikna ederek Karen’i üniversiteye gönderdi. Karen orada Oskar Horney ile tanıştı ve 1909’da evlendiler. Kadınları kabul eden çok az okuldan biri olan Berlin Üniversitesi’nin, parmakla sayılacak kadar az kadın öğrencisinden biri olarak 1915’te tıp diplomasını alarak mezun oldu. Psikanaliz eğitiminin bir parçası olarak kendisi de psikanalize girdi; ancak bu deneyimin, kendi depresyonunu çözmekte yetersiz kaldığını fark etti. Hatta bu dönemde, kocasının Karen’i bir intihar teşebbüsünden kurtardığı söylenir (Rubbins, 1978). Depresyonuna, psikanalize karşı duyduğu şüphelere ve kişisel sorunlarına rağmen (ağabeyinin erken ölümü, sorunlu bir evlilik ve bunu izleyen bir boşanma), mesleki yaşamı gelişmeye devam etti. Berlin Psikanaliz Kurumu’nda çalıştı, daha sonra Amerika’ya göç ederek 1934 yılında New York Psikanaliz Kurumu’na katıldı.
Karen’ın, Freud’un kuramının birkaç bölümüyle ilgili memnuniyetsizliği gittikçe arttı. Daha sonra kendi kurumunu kuran Horney, 1952’deki ölümününe kadar erkek egemenliği altındaki ataerkil psikanalitik düşünce okulundaki mücadelesine başarıyla devam etti.
Kadın Psikolojisi
Karen Horney 1930’larda kadın bir psikanalist olarak erkeklerin dünyasında tek başına ayakta durmaya çalışan bir kadındı. Freudcu kurama karşı ilk itirazlarını da Freud’un kadınları küçümseyen görüşlerini okuduktan sonra dile getirdi. Örneğin Freud penis kıskançlığını kız çocuklarının erkek olma isteği olarak açıklamıştı. Horney(1967), erkekleri pohpohlayan bu görüşe rahim kıskançlığı kavramı ile (erkeklerin kadınların çocuk doğurma ve bakma yeteneklerini kıskanması) karşılık verdi. Horney erkeklerin bu yüzden kendilerinden memnun olmadığı gibi bir sonuca ulaşmadı; bunun yerine iki cinsiyetin de karşı tarafın hayranlık duyduğu bir özelliği olduğunu belirtti. Ancak erkeklerin, çocuk doğurma yeteneklerinin olmamasını, diğer alanlarda başarılı olarak dengelemeye çalıştıklarını ileri sürdü.
Horney, Freud’un gözlemlerinin ve yazılarının, toplumun kadınları ikinci sınıf insanlar olarak gördükleri zamana denk geldiğine dikkat çekti. Eğer o çağda yaşayan bir kadın erkek olmayı dilemişse, bunun nedeni kadınların biyolojik yetersizlikleri değil, kültür tarafından maruz bırakıldıkları kısıtlamalardır. Hem erkeğin hem kadının istediğini olabilmekte özgür bırakıldığı bir toplumda ne kızlar erkek ne de erkekler kız olmak ister. Horney’nin düşüncelerinin pek çok açıdan çağının ilerisinde olduğunu söyleyebiliriz. Feministler daha sonra Horney’nin görüşlerini, cinsiyet eşitliği mücadelelerinde kullanmıştır. Ancak 1952’de yaşama gözlerini yuman Horney’nin, bunları görmeye ömrü yetmemiştir.
Kaynak:
Jerry M.Burger. Kişilik. Kaknüs Yayıncılık 172-176