Sanat sihirli bir değnektir. Çünkü sanat içimizdeki çocuğa ulaşmamızı sağlayan bir dışavurum aracıdır. İçinizdeki o yaratıcı, dürtüsel ve hiçbir kalıba sığmayan çocuğu hatırlıyor musunuz? Keşfetmeye düşkün, meraklı ve enerjik olan sizden bahsediyorum.

         Çoğumuz içindeki çocuğu derinlere uğurlamış ve sesini duyamaz olmuş durumdayız. Çünkü çocuklukta ebeveynlerimiz bizi kontrollü ve toplum tarafından dışlanmayacak davranışlar kalıbı içine sokmuştur. “Elindekini hemen yere bırak, yerleri boya yapacaksın onun yerine ödevini yap!” veya “O çöp kutusunun kapağı, oyuncak değil yani ondan kalkan olmaz!” gibi size birçok tatsız ama çok aşina cümleler kurabilirim. Her birimiz küçüklükte ebeveynleri tarafından onlar gibi olmaya itildik ve öyle yetiştirildik. Sonra ne mi oldu?

         Okula başladık ve öğretmenimizin izin verdiği sınırlarda oyunlarımızı yarattık ve yönettik. Daha ilerleyen sınıflarda ise sanat diye bir şey kalmamakla birlikte sadece sözel ve analitik yani mantıksal yönü kuvvetli olan beynimizin sol lobunu kullanmaya teşvik edildik. Yani içimizdeki çocuğun dili olan duygusal ve yaratıcı kısmımızın her defasında kontrol altına alınması gerektiğini öğrendik. Bu yüzdendir ki bazı insanların sanata yeteneğinin olduğunu, bazıların ise sanata yeteneğinin olmadığını düşündük. Kafamıza böyle bir kalıp yerleştirildi. Herkesin sanata yeteneği vardır. Daha doğrusu herkesin içinde unutuluncaya dek sanatını konuşturacak minik bir çocuk vardır. Küçükken kötü çizdiğimiz tonlarca resimle mutlu olurken büyüdüğümüzde kötü resim çizmeye tahammülümüz kalmaz. Hemen içimizdeki kırılgan çocuğun ebeveynleri konuşmaya başlar “Sen resim çizemezsin ki” ya da “Sen bu yaptığına sanat mı diyorsun?” Tüm bunlar içimizdeki çocuğun hapsolmasına ve derinliklerimize itilmesine neden oluyor. Biz bunu yetişkinliğimizde boşluk hissi olarak tanımlıyoruz ve yerine alkol, madde, iş, eş, sevgili, çocuk ve bunun gibi şeyler koyup duruyoruz. Onun varlığını unutuyoruz ve ihtiyaçlarına hiç kulak vermiyoruz. İçimizdeki çocuğun varlığını yok sayıp, iş hayatında başarılı olmaya çalışıyoruz, iyi bir eş, iyi bir anne, iyi bir baba olmaya çalışıyoruz. Fakat hayatımızın bir noktasında her şey patlak veriyor ve içimizdeki çocuk artık beni duy diye çıldırıyor. Lucia Capacchione’nin dediğine göre içimizdeki çocuk bizim dikkatimizi çekmeye başladığında zamanla enerji kaybına, kronik ya da ciddi hastalıklara sebep oluyor. Çoğu ruhsal rahatsızlığın da içsel çatışmalarımızdan dolayı ortaya çıktığını biliyoruz. Sanatın iyileştirici yönü burada devreye giriyor. İçimizdeki çocuk ve kendimiz arasında bir köprü kuruyor.

Sanat, içten dışa bir işleyiştir. Benliğin keşfedilmesi ve sıradan olanı, sıra dışı deneyime çevirmenin yoludur. Bireyin bilinçdışının etrafını çeviren bir duvarın olduğunu varsayalım. Sanat aracılığıyla bu duvara minik delikler açılır ve bu deliklerden sızan ışıklar sayesinde benliğimizle ilgili ipuçları yakalarız. Bireyin kendi ipuçlarını fark etmesiyle birlikte içten dışa işleyiş ve dönüşüme doğru bir süreç başlar.

         Bilinçdışımızın sözcük haznesi yoktur. Bunun yerine imgeler, sesler ve resimler vardır. Tıpkı çocuk dili gibi. Çocukların kendilerini özgürce ifade edebilecekleri tek yöntem sanattır. Yetişkinlikte ise içimizdeki çocuğun yaratıcılığı, doğallığı ve keşfetmeye yönelik tavırları, öğrendiğimiz doğru ve yanlış kalıplarıyla bastırılmaktadır. Artık tek ifade yöntemi sınırlı sözel ifadeler içeren dildir. Sözcüklerle ifade edemediğimiz duygularımız, düşüncelerimiz sessizliğe itilmeye mahkumdur. Fakat sanat, sözcüklerden yoksun kaldığımızda devreye giren bir dönüştürücüdür. İçimizdeki soyut karmaşıklığı somut olarak eyleme döker ve biriken duygunun, düşüncenin ortaya çıkışını hızlandırır. Bununla birlikte birey geçmişle anda olmanın farkındalığına ulaşır ve içte bastırılmış çocuğun arzularını keşfeder. Sonucunda değişim kaçınılmazdır.

Sanat iç dünyamızın, dış gerçeklikteki temsilcisidir.  

İç dünyamızın serbest kalma yöntemidir. 

      Üzerinde düşünmeden rastgele çizdiğiniz çizgilerle ve sembollerle dolu olan bir resimde yaşantınızdan ve iç dünyanızdan ipuçları yakalanabilir. Lucia Capacchione’nin düşüncesine göre baskın olan ve olmayan ellerimizi kullanarak, ikili diyaloglar şeklinde bilinçdışımızdaki arzular, ihtiyaçlar ve superegonun (ahlaki değerlerimizi temsil eden üstbenlik) sesi olan kurallar arasında sanat aracılığıyla bir iletişim başlatmak mümkündür. Bu da içinizdeki çocuğun yani derinliklere saklanan gerçek benliğinizin sizinle resimler veya yazılar yoluyla konuşması demektir.

         Beynimizin sağ lobu duygusal ifadeleri, sezgileri ve sözel olmayan, görsel fonksiyonları yönetir ve vücudumuzun sol tarafını kontrol eder. Sol lobu ise sözel ve analitik işlemleri kontrol eder, mantıksaldır ve vücudumuzun sağ tarafını yönetir. Bu yüzdendir ki sağ el (baskın olan) ile çizdiğimiz resim veya yazdığımız yazı bize dayatılan kuralları yani iç sesimiz olan ebeveynleri temsil eder. Sol elimizle (baskın olmayan) çizdiklerimiz ve yazdıklarımız ise içimizdeki çocuğun isteklerini ifade eder. Sağ elin (baskın olan) sorduğu sorular ve sonrasında sol elin (baskın olmayan) yani içimizdeki çocuğun verdiği sözel ya da görsel cevaplar ile esas “Ben” tanınır hale gelir.  Baskın olmayan el baskın olan kadar deneyimli olmadığından dolayı bize çocukluktaki deneyimsizliği hatırlatır. Burada bir regresyon (çocukluğa gerileme) görürüz. Baskın olmayan el her çizmeye başladığında baskın olan el kontrolü ele almak isteyecektir. Tam da çocuklukta bir şeyleri başarmaya çabalarken deneyimli birinin bizi yönetmek için müdahale etmesi gibi. Bu şekilde sanat içsel çatışmalarımızın farkında olmamızı sağlar. Dans etmek, bedeni harekete geçirmek gibi bedensel aktivitelerle çalışmak ise içimizdeki bastırılan çocuğun varlığını kural davranışlardan ayırarak yeniden doğal bir şekilde ortaya çıkarmaya yardımcı olur.

        Etraftaki insanların gözleri üzerindeyken dikkati bedene yoğunlaştırabilmek ve beğeni, kabul toplamak sosyal yönümüzü geliştirmekle birlikte kaygılarımızı da azaltır ve toplumun içinde kendimizi daha rahatça konumlandırabiliriz. Filmler ve gördüğümüz çeşitli sanatsal yapıtlar verdiğimiz anlamla geçmişte yaşanmış bir olayı ana taşıyabilir. Tiyatroda kendi rolümüzden çıkıp başka bir karaktere bürünüp özgürce davranabilir ve bazen başka roldeyken kara kutumuzdan savunma mekanizmaları ile zincirlediğimiz kilitli bir geçmiş yaşantı, içteki çocuğun arzuları, duygusu veya düşünceleri ortaya çıkabiliriz. Tüm bunlar toplum tarafından dışlanmış arzularımızı, düşüncelerimizi veya duygularımızı ayıplanmadan, özgürce ifade etmemizi sağlar. Şarkılar ise söyleyemediklerimizi söyler, ifade yöntemimizi genişletir ve bize tercüman olur. Bazen dinlediğimiz şarkılar anlık olarak kalbimizin yani hayatımızın ritmini temsil eder. Şiir, roman, öykü, filmlerde de bir dışavurum söz konudusur. Bizi ifade etmeleri için onları seçeriz. İçimizdeki çocuğun yasak düşüncelerini eserlerden bulup çekeriz. Bu superegonun baskısından bir kaçıştır. Örneğin, süperegonun yüksek olduğu ve cinselliğin tabulaştırıldığı bir ailede yetişen çocuğun ileride nü (çıplak insan bedeni) resimleri çizen bir sanatçı olması çok muhtemeldir. Çünkü sanat yoluyla ayıplanmadan hem içindeki çocuğu doyurabilmektedir hem de toplum tarafından bir kabul görebilmektedir (süblimasyon).

Özet olarak, sanat gerçek kimliğimizi tanımamıza, olumsuz duygularla yüklü geçmiş yaşantıyı ortaya çıkarmamıza ve içsel çatışmalarımızı çözümlememize olanak sağlamaktadır. Sanat, terapilerde kullanıldığında geçmiş yaşantının, olumsuz duygu ve düşüncelerin ortaya çıkmasını hızlandırır ve kolaylaştırır. Nevin Eracar’ın dediği gibi “Sanat hınzır ve utangaç bir dışavurumcudur”.

 

Kaynakça:

Rubin J. A. (2010). Introduction to Art Therapy. NY 2010.

Filiz, Ş. (2016). Sanat Terapisinin Felsefi Boyutları. MJH VI/I, 169-183.

Eracar, N. (2013). Sözden Öte. İstanbul: 3P Yayıncılık.

ÇELİKBAŞ, E. Ö. DIŞAVURUMCU SANAT TERAPİSİ. Safran Kültür ve Turizm Araştırmaları Dergisi2(1), 20-37.

Case, R. (1985). Intellectual development : birth to adulthood.

Capacchione, Lucia (2011), Recovery of Your Inner Child (Kaknüs Yayınları)